Bu, orijinali İngilizce olan bir sayfanın çevirisidir.

Bilgisayar Ağları Çağında Topluluk'a Karşı Telif Hakkı

LIANZA konferansı açılış konuşması, Christchurch Kongre Merkezi, 12 Ekim 2009.
Bu konuşmanın 2000 yılına ait eski bir sürümü var.


BC:  Tena koutou, tena koutou, tena koutou katoa. Bugün açılış konuşması Wellington Victoria Üniversitesi Bilgi Yönetimi Okulu tarafından desteklenen Richard Stallman'ı takdim etme ayrıcalığına sahibim.

Richard, 25 yılı aşkın bir süredir yazılım özgürlüğünü desteklemek için çalışıyor. 1983'te özgür bir işletim sistemi [GNU sistemi] geliştirmek için GNU projesini başlattı ve 1985'te Özgür Yazılım Vakfı'nı kurdu. nz-libs'e her mesaj okuduğunuzda veya gönderdiğinizde, GNU projesinin bir parçası olan Mailman yazılımını kullanırsınız. Farkında olsanız da olmasanız da, Richard'ın çalışmaları hepinizin hayatına dokundu.

Test edilemeyeceği için bunun doğru olamayacağını söylese de, onu çoğu insanın duymadığı en etkili kişi olarak tanımlamayı seviyorum.

RMS:  Bilemiyoruz.

BC:  Hâlâ hoşuma gittiğini söyledim. Yazılım özgürlüğü ve bilgiye özgürce erişim hakkındaki fikirleri, dünyanın ilk web sunucusunu yarattığında Tim Berners-Lee tarafından kullanıldı ve 1999'da özgür bir çevrimiçi ansiklopedi hakkındaki düşünceleri Jimmy Wales'e şimdiki Wikipedia'yı kurması için ilham verdi.

Bugün Richard bizimle bilgisayar ağları çağında telif haklarına karşı topluluk ve bunların kütüphaneler üzerindeki etkileri hakkında konuşacak. Richard.

RMS:  Birkaç haftadır Yeni Zelanda'dayım ve Kuzey Adası'nda çoğu zaman yağmur yağıyordu. Artık lastik çizmelere neden “Wellingtons” dediklerini anlıyorum. Sonra ponga ağacından sandalyeler ve masalar yapan birini gördüm, ona eğrelti otu dedi. Sonra buraya gelmek için vapura bindik ve iner inmez insanlar bizimle alay etmeye, hakaret etmeye başladı; ama darılmaca yok, sadece Picton'u gerçekten hissetmemizi istediler.

İnsanların beni genellikle konuşma yapmaya davet etmelerinin nedeni, özgür yazılım üzerine çalışmalarımdır. Bu, özgür yazılım hakkında bir konuşma değil; bu konuşma, özgür yazılım fikirlerinin başka türden işlere uzanıp uzanmadığı sorusunu yanıtlıyor. Ancak bunun bir anlam ifade etmesi için, size özgür yazılımın ne anlama geldiğini kısaca anlatsam iyi olur.

Özgür yazılım bir özgürlük meselesidir, fiyat değil, bu yüzden “özgür konuşma”yı düşünün; “bedava bira” değil. Özgür yazılım, kullanıcının özgürlüğüne saygı duyan yazılımdır ve kullanıcının her zaman sahip olmayı hak ettiği dört özel özgürlük vardır.

  • Özgürlük 0, programı istediğiniz gibi çalıştırma özgürlüğüdür.
  • Özgürlük 1, programın kaynak kodunu inceleme ve istediğinizi yapması için programı değiştirme özgürlüğüdür.
  • Özgürlük 2, komşunuza yardım etme özgürlüğüdür; yani programın kopyalarını, aslının kopyalarını istediğiniz zaman yeniden dağıtma özgürlüğü.
  • Ve Özgürlük 3, topluluğunuza katkıda bulunma özgürlüğüdür. Bu, değiştirilmiş sürümlerinizi istediğiniz zaman yayınlama özgürlüğüdür.

Eğer program size bu dört özgürlüğü veriyorsa, o zaman özgür yazılımdır, yani onun dağıtımı ve kullanımına ilişkin sosyal sistem, kullanıcının özgürlüğüne ve kullanıcı topluluğunun sosyal dayanışmasına saygı duyan etik bir sistemdir. Ancak bu özgürlüklerden biri eksik veya yetersizse, o zaman bu özel mülk yazılımdır, özgür olmayan yazılımdır, kullanıcıya boyun eğdiren yazılımdır. Bu etik değil. Bu topluma bir katkı değil, bir iktidar gaspıdır. Bu etik dışı uygulama var olmamalı; özgür yazılım hareketinin amacı buna bir son vermektir. Tüm yazılımlar özgür olmalıdır, böylece tüm kullanıcılar özgür olabilir.

Özel mülk yazılım, kullanıcıları bölünmüş ve çaresiz kılar: paylaşmaları yasak olduğu için bölünmüş ve kaynak koduna sahip olmadıkları için değiştiremedikleri için çaresiz. Kendilerine gerçekte ne yaptığını doğrulamak için bile inceleyemezler ve birçok özel mülk program, kullanıcıyı gözetleyen, kullanıcıyı kısıtlayan, hatta kullanıcıya saldırmak için arka kapılar bile açan kötücül özelliklere sahiptir.

Örneğin, Microsoft Windows'un, Microsoft'un bilgisayarın sözde sahibinden izin almadan yazılım değişikliklerini zorla yükleyebileceği bir arka kapısı vardır. Bunun sizin bilgisayarınız olduğunu düşünebilirsiniz, ancak içinde Windows çalıştırma hatasını yaptıysanız, o zaman gerçekten Microsoft bilgisayarınızın sahibi olmuştur. Bilgisayarları penceresizleştirmek gerekiyor, bu da ya Windows'u bilgisayarın dışına atmak ya da bilgisayarı pencereden dışarı atmak anlamına gelir.

Ancak herhangi bir özel mülk yazılım, geliştiricilere kullanıcılar üzerinde haksız bir güç verir. Geliştiricilerden bazıları bu gücü daha çok, bazıları daha az kötüye kullanır, ancak hiçbirinin buna sahip olmaması gerekir. Bilgisayarınızın denetimine sahip olmayı ve belirli bir şirkete zorla bağımlı olmamayı hak ediyorsunuz. Öyleyse özgür yazılımı hak ediyorsunuz.

Özgür yazılımla ilgili konuşmaların sonunda insanlar bazen aynı özgürlüklerin ve fikirlerin başka şeyler için de geçerli olup olmadığını sorarlar. Bilgisayarınızda yayınlanmış bir çalışmanın bir kopyası varsa, aynı dört özgürlüğe sahip olmanız gerekip gerekmediğini, onlara sahip olmanızın etik açıdan gerekli olup olmadığını sormak mantıklıdır. Ve bugün ele alacağım soru bu.

Yazılım olmayan bir şeyin kopyasına sahipseniz, çoğunlukla, sizi bu özgürlüklerden herhangi birinden mahrum bırakabilecek tek şey telif hakkı yasasıdır. Yazılımlarda tam olarak böyle değil. Yazılımı özgür olmayan hale getirmenin ana yolları, sözleşmeler yapmak ve kaynak kodunu kullanıcılardan saklamaktır. Telif hakkı bir tür ikincil, yedek bir yöntemdir. Diğer şeyler için, kaynak kodu ile yürütülebilir kod arasında böyle bir ayrım yoktur.

Örneğin, bir metinden bahsediyorsak, okuyabilmek için metni görebiliyorsanız, metinde göremediğiniz hiçbir şey yoktur. Yani tam olarak yazılımla aynı türden bir sorun değil. Size bu özgürlükleri engelleyebilecek olan çoğunlukla yalnızca telif hakkıdır.

Dolayısıyla soru şu şekilde yeniden ifade edilebilir: “Telif hakkı yasası yayınlanmış eserlerle ne yapmanıza izin vermelidir? Telif hakkı yasası ne demelidir?”

Telif hakkı, kopyalama teknolojisi ile birlikte gelişmiştir, bu nedenle kopyalama teknolojisinin geçmişini gözden geçirmekte fayda vardır. Kopyalama, yazı yüzeyinde bir yazı gereci kullandığınız antik dünyada gelişmiştir. Bir nüshayı okuyup diğerini yazardın.

Bu teknoloji oldukça verimsizdi, ancak bir başka ilginç özelliği de ölçek ekonomisi olmamasıydı. On nüsha yazmak, bir nüsha yazmaktan on kat daha uzun sürerdi. Yazma ekipmanından başka özel bir ekipman gerektirmezdi ve okuryazarlığın kendisinden başka özel bir beceri gerektirmezdi. Sonuç, herhangi bir kitabın kopyalarının merkezi olmayan bir şekilde yapılmasıydı. Nerede bir nüsha varsa, biri onu kopyalamak isterse, yapabilirdi.

Antik dünyada telif hakkı gibi bir şey yoktu. Bir kopyanız varsa ve onu kopyalamak isterseniz, kimse size izin verilmediğini söylemezdi, ancak yerel prens kitabın söylediklerini beğenmezse, bu durumda kopyaladığınız için sizi cezalandırabilirdi. Ancak bu telif hakkı değil, yakından ilişkili bir şey, yani sansür. Bugüne kadar, insanları sansürleme girişimlerinde telif hakkı sıklıkla kullanılmaktadır.

Bu binlerce yıl sürdü, ama sonra kopyalama teknolojisinde, yani matbaada büyük bir ilerleme oldu. Matbaa, kopyalamayı daha verimli hale getirdi, ancak eşit oranda değil. [Bunun nedeni] seri üretim kopyalamanın çok daha verimli hale gelmesi, ancak her seferinde bir kopya yapmanın matbaadan fayda sağlamamasıydı. Aslında, elle yazmanız daha iyi olurdu; bu, bir kopya yazdırmaya çalışmaktan daha hızlı olacaktır.

Matbaanın bir ölçek ekonomisi vardır: baskı bloğunu ayarlamak çok iş gerektirir, ancak o zaman çok sayıda kopyayı çok hızlı yapabilirsiniz. Ayrıca, matbaa ve baskı bloğu, çoğu insanın sahip olmadığı pahalı ekipmanlardı; ve bunları kullanma yeteneği, çoğu okuryazar insan tarafından bilinmiyordu. Matbaa kullanmak, yazmaktan farklı bir beceriydi. Sonuç, kopya üretmenin merkezi bir tarzıydı: herhangi bir kitabın kopyaları birkaç yerde yapılacak ve daha sonra, birisinin kopya satın almak istediği yere taşınacaktı.

Telif hakkı matbaa çağında başladı. İngiltere'de telif hakkı, 1500'lerde bir sansür sistemi olarak başladı. Başlangıçta Protestanları sansürlemek için yapıldığına inanıyorum, ancak tersine çevrildi ve Katolikleri ve muhtemelen diğer pek çok kişiyi de sansürlemek için kullanıldı. Bu yasaya göre, bir kitabı yayınlamak için Kraliyetten izin almak gerekiyordu ve bu izin, onu yayınlamak için sürekli bir tekel şeklinde verildi. Buna 1680'lerde son verildi, sanırım [Vikipedi'ye göre 1695'te sona erdi]. Yayıncılar kitabı tekrar geri istediler, ancak elde ettikleri biraz farklı bir şeydi. Kraliçe Anne Kanunu yazarlara, sadece 14 yıllığına, bir telif hakkı verdi, gerçi yazar bunu bir kez yenileyebiliyordu.

Bu tamamen farklı bir fikirdi— yayıncı için sürekli bir tekel yerine yazar için geçici bir tekel. Telif hakkının yazmayı teşvik etmenin bir yolu olduğu fikri gelişti.

ABD anayasası yazıldığında, bazı insanlar yazarların telif hakkına sahip olmasını istedi, ancak bu reddedildi. Bunun yerine ABD Anayasası, Kongre'nin isteğe bağlı olarak bir telif hakkı yasası kabul edebileceğini ve bir telif hakkı yasası varsa amacının ilerlemeyi desteklemek olduğunu söylüyor. Yani amaç, telif hakkı sahipleri veya iş yaptıkları herhangi biri için değil, genel halk içindir. Telif hakkı sınırlı bir süre sürmelidir; yayıncılar bunu unutmamızı umuyor.

Burada, yayıncılar üzerinde endüstriyel bir düzenleme olan, yazarlar tarafından kontrol edilen ve genel olarak kamuya fayda sağlamak için tasarlanmış bir telif hakkı fikrimiz var. Okuyucuları kısıtlamadığı için bu şekilde işledi.

Şimdi matbaanın ilk yüzyıllarında, ki hâlâ inanıyorum ki 1790'larda, pek çok okuyucu basılı kopyalara paraları yetmediği için kopyaları elle yazdı. Hiç kimse telif hakkı yasasının endüstriyel bir düzenlemeden başka bir şey olmasını beklemiyordu. İnsanların kopya yazmasını engellemek için değil, yayıncıları düzenlemek içindi. Bu nedenle uygulanması kolay, tartışmasız ve muhtemelen toplum için faydalıydı.

Uygulaması kolaydı çünkü yalnızca yayıncılara karşı uygulanması gerekiyordu. Ve bir kitabın yetkisiz yayıncılarını bulmak kolaydır, bir kitapçıya gidip “bu kopyalar nereden geliyor” diye sorarsınız. Bunu yapmak için herkesin evini ve bilgisayarını ele geçirmeniz gerekmez.

Tartışmasızdı çünkü okuyucular kısıtlanmadığı için şikayet edecekleri bir şey yoktu. Teorik olarak yayın yapmaları yasaktı ama yayıncı olmadıkları ve matbaaları olmadığı için bunu zaten yapamıyorlardı. Fiilen yapabilecekleri şeyde kısıtlanmamışlardı.

Tartışmaya açık bir şekilde yararlıydı, çünkü telif hakkı yasası kavramlarına göre halk, uygulayabilecek durumda olmadıkları teorik bir hakkı takas etti. Karşılığında, daha fazla yazmanın yararlarını elde ettiler.

Şimdi, hiçbir şekilde kullanamayacağınız bir şeyi takas ederseniz ve karşılığında kullanabileceğiniz bir şey alırsanız, bu olumlu bir ticarettir. Başka bir şekilde daha iyi bir anlaşma yapıp yapamayacağınız, farklı bir sorudur, ama en azından olumlu.

Dolayısıyla, bu hâlâ matbaa çağında olsaydı, telif hakkı yasasından şikayetçi olacağımı sanmıyorum. Ancak matbaa çağı yerini yavaş yavaş bilgisayar ağları çağına bırakıyor—kopyalama teknolojisinde kopyalamayı daha verimli hale getiren ve bir kez daha eşit oranda olmayan başka bir gelişme.

Matbaa çağında sahip olduğumuz şey şuydu: seri üretim çok verimli ama tek seferlik kopyalama ise antik dünya kadar yavaş. Dijital teknoloji bizi şu noktaya getiriyor: Her ikisine de yararı dokunsa da, en çok yararı tek seferlik kopyalamaya sağladı.

Antik dünyaya daha çok benzeyen, teker teker kopyalamanın seri üretim kopyalamadan çok daha kötü [yani daha zor] olmadığı bir duruma geliyoruz. Biraz daha az verimli, biraz daha az iyi ama yüz milyonlarca insanın yapmasına yetecek kadar ucuz. Yoksul ülkelerde bile kaç kişinin arada bir CD yazdığını bir düşünün. Kendi CD yazıcınız olmayabilir, bu yüzden bunu yapabileceğiniz bir mağazaya gidersiniz.

Bu, telif hakkının artık eskisi gibi teknolojiye uymadığı anlamına gelir. Telif hakkı yasasının sözleri değişmemiş olsa bile aynı etkiyi yaratamazdı. Yazarlar tarafından kontrol edilen yayıncılar hakkında, yararları halka gitmek üzere kurulmuş bir endüstriyel düzenleme yerine, artık yazarlar adına esas olarak yayıncılar tarafından kontrol edilen halk için bir kısıtlamadır.

Diğer bir deyişle tiranlıktır. Bu dayanılmazdır ve bu şekilde devam etmesine izin veremeyiz.

Bu değişikliğin bir sonucu olarak, artık [telif hakkının] uygulaması kolay değil, tartışmasız değil ve yararlı değil.

Bunu uygulamak artık kolay değil çünkü artık yayıncılar bunu herkese karşı uygulamak istiyor ve bunu yapmak için acımasız önlemler, acımasız cezalar, mahremiyet ihlalleri, temel adalet fikirlerimizin ortadan kaldırılması gerekiyor. Paylaşım Savaşı'nı kovuşturmak için ne kadar ileri gitmeyi önereceklerinin neredeyse hiçbir sınırı yok.

Artık tartışmasız değil. Birçok ülkede temel platformları “paylaşma özgürlüğü” olan siyasi partiler var.

Artık yararlı değil çünkü kavramsal olarak takas ettiğimiz özgürlükler (çünkü onları kullanamadık), artık uygulayabiliriz. Muazzam derecede yararlılar ve onları kullanmak istiyoruz.

Demokratik bir hükümet bu durumda ne yapardı?

Telif hakkı gücünü azaltacaktır. Şöyle derdi: “Vatandaşlarımız adına yaptığımız ticaret, onların şu anda ihtiyaç duydukları özgürlüklerinin bir kısmını alıp satmamız kabul edilemez. Bunu değiştirmeliyiz; önemli özgürlüğü değiş tokuş edemeyiz.” Demokrasinin hastalığını, dünya çapında hükümetlerin tam tersini yapma, telif hakkı gücünü azaltmaları gerektiğinde genişletme eğilimiyle ölçebiliriz.

Bir örnek zaman boyutundadır. Dünyanın her yerinde, telif haklarının daha uzun, daha uzun ve daha uzun süre kalması yönünde baskı görüyoruz.

Bunun bir dalgası 1998'de ABD'de başladı. Telif hakkı hem geçmiş hem de gelecekteki çalışmalar için 20 yıl uzatıldı. 20'li ve 30'lu yılların ölü ya da bunak yazarlarını şimdi eserlerinin telif hakkını uzatarak o zamanlar daha fazla yazmaya nasıl ikna etmeyi umduklarını anlamıyorum. Onları bilgilendirecekleri bir zaman makineleri varsa, onu kullanmamışlardır. Tarih kitaplarımız, 1998'de tüm sanatçıların telif haklarının uzatılacağını öğrendiği 20'li yıllarda sanatta bir canlılık patlaması olduğunu söylemiyor.

Gelecekteki eserler üzerinde 20 yıl daha fazla telif hakkının insanları bu eserleri üretmek için daha fazla çaba göstermeye ikna etmesi teorik olarak düşünülebilir. Ancak hiç kimse mantıklı değil, çünkü gelecekte 75 yıl sonra başlayan 20 yıllık telif hakkının indirimli bugünkü değeri— eğer bu, kiralamak için yapılmış bir eserse— ve bireysel bir telif hakkı sahibiyle yapılmış bir eserse muhtemelen daha da uzundur, o kadar küçüktür ki bunu yapamaz. Herhangi bir mantıklı insanı farklı bir şey yapmaya ikna etmeyin. Aksini iddia eden herhangi bir işletme, 75 yıllık gelecek için öngörülen bilançolarını sunmalıdır, ki bunu elbette yapamazlar çünkü hiçbiri gerçekten o kadar ileriye bakmaz.

Bu yasanın asıl nedeni, çeşitli şirketleri ABD Kongresi'nde bu yasayı satın almaya iten istek ki, yasalar çoğunlukla bu şekilde kararlaştırılıyor, kazançlı tekellere sahip olmaları ve bu tekellerin devam etmesini istemeleriydi.

Örneğin Disney, Mickey Mouse'un yer aldığı ilk filmin birkaç yıl içinde kamu malı olacağının ve daha sonra herkesin diğer işlerin bir parçası olarak aynı karakteri çizmekte özgür olacağının farkındaydı. Disney bunun olmasını istemedi. Disney, kamu alanından çok şey ödünç alır, ancak en ufak bir şeyi asla geri vermemeye kararlıdır. Böylece Disney, Mickey Mouse Telif Hakkı Yasası olarak adlandırdığımız bu yasanın bedelini ödedi.

Film şirketleri, kalıcı telif hakkı istediklerini söylüyor, ancak ABD Anayasası, bunu resmi olarak almalarına izin vermiyor. Böylece aynı sonucu gayri resmi olarak elde etmenin bir yolunu buldular: “taksit planı üzerinde kalıcı telif hakkı” Her 20 yılda bir telif hakkını 20 yıl daha uzatıyorlar. Böylece, herhangi bir zamanda, herhangi bir çalışmanın sözde kamu malı olacağı bir tarihi vardır. Ama o tarih yarın gibidir, hiç gelmez. Oraya vardığınızda, bir dahaki sefere onları durdurmazsak, erteleyeceklerdir.

Bu bir boyut, süre boyutu. Ancak daha da önemlisi, genişlik boyutudur: Telif hakkı eserin hangi kullanımlarını kapsar?

Matbaa çağında, telif hakkının, telif hakkıyla korunan bir çalışmanın tüm kullanımlarını kapsaması gerekmiyordu, çünkü telif hakkı, daha geniş bir düzenlenmemiş kullanım alanında istisnalar olan belirli kullanımları düzenliyordu. Bir kitap kopyanızla yapmanıza izin verilen bazı şeyler vardı.

Artık yayıncılar, bilgisayarlarımızı bize karşı çevirebilecekleri ve bunları, yayınlanan eserlerin tüm kullanımı üzerinde tam güç ele geçirmek için kullanabilecekleri fikrine kapıldılar. İzleme başına ödeme evreni kurmak istiyorlar. Bunu, kullanıcıyı kısıtlamak için tasarlanmış yazılımın kasıtlı özellikleri olan DRM (Dijital Kısıtlama Yönetimi) ile yapıyorlar. Ve genellikle bilgisayarın kendisi kullanıcıyı kısıtlamak için tasarlanmıştır.

Halkın bunu ilk gördüğü yol DVD'lerdi. DVD'deki bir film genellikle şifreliydi ve format gizliydi. DVD komplosu bu sırrı sakladı çünkü DVD oynatıcı yapmak isteyen herkesin komploya katılması gerektiğini söylediler, formatı gizli tutma sözü ve DVD oynatıcıları, kullanıcıları kurallara göre kısıtlamak için tasarlama sözü verdiler. kullanıcının şunu yapmasını, şunu yapmasını, şunu yapmasını engelleyin—tümü bize karşı kötücül olan kesin gereksinimler kümesi.

Bir süre işe yaradı, ancak daha sonra bazı insanlar gizli formatı anladılar ve filmi bir DVD'de okuyup oynatabilen ücretsiz bir yazılım yayınladılar. Sonra yayıncılar “biz onları gerçekten durduramayacağımıza göre, bunu bir suç haline getirmeliyiz” dediler. Ve bunu ABD'de 1998'de bu tür işleri yapabilen yazılımlara sansür uygulayan Dijital Binyıl Telif Hakkı Yasası ile başlattılar.

Dolayısıyla, söz konusu özgür yazılım parçası bir mahkeme davasının konusuydu. ABD'de dağıtımı yasaktır; ABD yazılım sansürü uyguluyor.

Film şirketleri, bu programı ortadan kaldıramayacaklarının gayet iyi farkındalar; onu bulmak yeterince kolay. Böylece kırılmasının daha zor olacağını umdukları başka bir şifreleme sistemi tasarladılar ve buna AACS veya balta deniyor.

AACS komplosu, tüm oyuncular hakkında kesin kurallar koyar. Örneğin 2011 yılında analog video çıkışı yapmak yasaklanacak. Bu nedenle, tüm video çıkışlarının dijital olması gerekecek ve şifrelenmiş sinyali, kullanıcıdan sır saklamak için özel olarak tasarlanmış bir monitöre taşıyacaklar. Bu kötücül donanımdır. Bunun amacının “analog açığını kapatmak” olduğunu söylüyorlar. Size birkaç analog delik göstereceğim (Stallman gözlüğünü çıkarır): işte bir tane, işte bir tane daha, kalıcı olarak çıkarmak isteyecekleri.[1]

Bu komploları nasıl bilebilirim? Çünkü gizli değiller—web siteleri var. AACS web sitesi, üreticilerin imzalaması gereken sözleşmeleri gururla açıklıyor, bu gereksinimi bu şekilde biliyorum. Bu komployu kuran Microsoft ve Apple, Intel, Sony, Disney ve IBM gibi şirketlerin isimlerini gururla belirtiyorlar.

Halkın teknolojiye erişimini kısıtlamak için tasarlanmış bir şirket komplosu, fiyatları sabitlemek için bir komplo gibi ciddi bir suç olarak yargılanmalıdır, ancak daha kötüdür, bu nedenle bunun için hapis cezaları daha uzun olmalıdır. Ancak bu şirketler, hükümetlerimizin bize karşı kendi saflarında olduklarından oldukça eminler. Bu komplolar nedeniyle yargılanmaktan korkmuyorlar, bu yüzden bunları saklama zahmetine katlanmıyorlar.

Genel olarak DRM, şirketlerin bir komplosu şeklinde düzenlenmiştir. Arada bir, tek bir şirket bunu yapabilir, ancak genellikle teknoloji şirketleri ve yayıncılar arasında bir komplo gerektirir, bu nedenle [bu] neredeyse her zaman bir komplodur.

Hiç kimsenin AACS'yi kıramayacağını düşündüler, ancak yaklaşık üç buçuk yıl önce birisi bu formatın şifresini çözebilen özgür bir program yayınladı. Ancak, tamamen yararsızdı, çünkü onu çalıştırmak için anahtarı bilmeniz gerekiyor.

Ve sonra, altı ay sonra, üstlerinde 32 onaltılık rakam olan iki sevimli yavru köpek fotoğrafı gördüm ve merak ettim: “Bu iki şeyi neden bir araya getirelim?” Bu sayıların önemli bir anahtar olup olmadığını merak ediyorum ve birisi sayıları yavru köpeklerle bir araya getirebilirdi, çünkü insanlar çok tatlı oldukları için yavruların fotoğrafını kopyalayacaklardı. Bu, anahtarı silinmekten koruyacaktır.

Ve işte buydu—baltayı kırmanın anahtarı buydu. İnsanlar bunu yayınladı ve editörler bunu sildi çünkü birçok ülkedeki yasalar artık onları bu bilgiyi sansürlemeleri için zorunlu kılıyor. Tekrar paylaşıldı, sildiler; sonunda pes ettiler ve iki hafta içinde bu sayı 700.000'den fazla web sitesinde yayınlandı.

Bu, DRM'ye karşı büyük bir halk tiksintisi. Ancak savaşı kazanamadı çünkü yayıncılar anahtarı değiştirdi. Sadece bu da değil: HD DVD ile bu, DRM'yi kırmak için yeterliydi, ancak Blu-ray ile değil. Blu-ray ek bir DRM düzeyine sahiptir ve şimdiye kadar onu kırabilecek özgür bir yazılım yok, bu da Blu-ray disklerini kendi özgürlüğünüzle bağdaşmayan bir şey olarak görmeniz gerektiği anlamına gelir. Onlar, en azından şu anki bilgi düzeyimizle uzlaşmanın mümkün olmadığı bir düşmandır.

Özgürlüğünüze saldırmak için tasarlanmış herhangi bir ürünü asla kabul etmeyin. DVD oynatmak için ücretsiz yazılımınız yoksa, birkaç tane bulunan şifrelenmemiş nadir DVD'ler dışında herhangi bir DVD satın almamalı veya kiralamamalı veya hediye olarak bile kabul etmemelisiniz. Aslında bende [bunlardan] birkaç tane var—Şifrelenmiş DVD'm yok, onları almayacağım.

Videoda durum böyle ama müzikte de DRM'yi de gördük.

Örneğin, yaklaşık on yıl önce, kompakt disklere benzeyen şeyler görmeye başladık, ancak bunlar tam olarak kompakt diskler gibi yazılmadı. Standardı takip etmediler. Onlara "bozuk diskler" adını verdik ve bunların bir müzik çalarda çalınması fikrine kapıldık, ancak onları bir bilgisayarda okumak imkansızdı. Bu farklı yöntemlerin çeşitli sorunları vardı.

Sonunda Sony zekice bir fikir buldu. Diske bir program koyuyorlar, diski bir bilgisayara takarsanız disk programı kursun diye. Bu program, sistemin kontrolünü ele geçirmek için bir virüs gibi tasarlanmıştır. Buna 'root kit' denir, yani yazılımı sistemin derinliklerine kurabilmesi ve sistemin çeşitli parçalarını değiştirebilmesi için sistemin güvenliğini kıracak şeyler içerir.

Örneğin, yazılımın var olup olmadığını görmek için sistemi incelemek için kullanabileceğiniz komutu, kendisini gizleyecek şekilde değiştirdi. Bu dosyalardan bazılarını silmek için kullanabileceğiniz komutu, onları gerçekten silmeyecek şekilde değiştirdi. Şimdi bunların hepsi ciddi bir suç, ancak Sony'nin işlediği tek suç bu değil, çünkü yazılım aynı zamanda, GNU Genel Kamu Lisansı altında yayınlanan, özgür yazılım kodu da içeriyordu.

Artık GNU GPL bir copyleft lisansıdır ve bu “Evet, bu kodu başka şeylere koymakta özgürsünüz, ancak bunu yaptığınızda, içine bir şeyler koyduğunuz tüm program, özgür yazılım olarak aynı lisansla yayınlanmalıdır anlamına gelir. Ayrıca kaynak kodunu kullanıcıların kullanımına sunmalısınız ve haklarını onlara bildirmek için, yazılımı aldıklarında onlara bu lisansın bir kopyasını vermelisiniz.”

Sony tüm bunlara uymadı. Bu ticari bir telif hakkı ihlalidir ki bu bir ağır suçtur. İkisi de ağır suç ama Sony yargılanmadı çünkü hükümet, hükümetin ve yasaların amacını, özgürlüğümüzü hiçbir şekilde savunmaya yardımcı olmak değil, bu şirketlerin bizim üzerimizdeki gücünü sürdürmek şeklinde anlıyor.

İnsanlar sinirlendi ve Sony'ye dava açtılar. Ancak bir hata yaptılar. Kınamalarını bu planın kötü amacına değil, yalnızca Sony'nin kullandığı çeşitli yöntemlerin ikincil kötülüklerine odakladılar. Böylece Sony davaları çözdü ve gelecekte özgürlüğümüze saldırdığında diğer şeyleri yapmayacağına söz verdi.

Aslında, o bozuk disk düzeni o kadar da kötü değildi, çünkü Windows kullanmıyor olsaydınız bu sizi hiç etkilemezdi. Windows kullanıyor olsanız bile, klavyede bir tuş var, her seferinde basılı tutmayı hatırlarsanız, disk yazılımı yüklemez. Ama tabii ki bunu her seferinde hatırlamak zor; bir gün hata yapacaksın. Bu, ne tür şeylerle uğraşmak zorunda kaldığımızı gösteriyor.

Neyse ki müzik DRM'si geriliyor. Ana kayıt şirketleri bile DRM'siz indirmeler satar. Ancak DRM'yi kitaplara dayatmak için yenilenmiş bir çaba görüyoruz.

Görüyorsunuz, yayıncılar kitap okuyucularının geleneksel özgürlüklerini ellerinden almak istiyor—halk kütüphanesinden bir kitap ödünç almak veya bir arkadaşına ödünç vermek; sahafa kitap satmak veya nakit ödemeyle anonim olarak satın almak (kitap satın almamın tek yolu bu, yaptığımız her şeyi Big Brother'a bildirmenin cazibesine direnmeliyiz.)

Kitabı dilediğiniz kadar saklama ve istediğiniz kadar okuma özgürlüğünden bile kurtulmayı planlıyorlar.

Bunu DRM ile yapmak istiyotrlar. O kadar çok insanın kitap okuduğunu ve bu özgürlükler ellerinden alınırsa kızacağını biliyorlardı, özellikle bu özgürlükleri ortadan kaldırmak için bir yasa satın alabileceklerine inanmıyorlardı—çok fazla muhalefet olacaktı. Demokrasi hasta ama arada bir insanlar bir şeyler talep etmeyi başarıyor. Böylece iki aşamalı bir plan yaptılar.

Birincisi, bu özgürlükleri e-kitaplardan kaldırın ve ikincisi, insanları kağıt kitaplardan e-kitaplara geçmeye ikna edin. 1. aşamada başarılı oldular.

ABD'de bunu Dijital Binyıl Telif Hakkı Yasası ile yaptılar ve Yeni Zelanda'da bu, bir yıl önce Telif Hakkı Yasası'nın bir parçasıydı; DRM'yi bozabilecek yazılımlara sansür uygulanması bu yasanın bir parçasıydı. Bu haksız bir hüküm; yürürlükten kaldırılmalıdır.

İkinci aşama, insanları basılı kitaplardan e-kitaplara geçmeye ikna etmektir; Bu pek iyi gitmedi.

2001'de bir yayıncı, benim biyografimle başlarlarsa e-kitap serilerini gerçekten popüler hale getirecekleri fikrine kapıldı. Böylece bir yazar buldular ve yazar bana işbirliği yapıp yapmayacağımı sordu ve ben de “Yalnızca bu e-kitap şifrelenmeden, DRM'siz yayınlanırsa” dedim. Yayıncı buna yanaşmadı, bense direttim—hayır dedim. Sonunda bunu yapmaya istekli başka bir yayıncı bulduk, aslında kitabı size dört özgürlük sağlayan ücretsiz bir lisans altında yayınlamaya istekliydi, böylece kitap o zaman yayınlandı ve çok sayıda kağıt kopya sattı.

Ancak her durumda, e-kitaplar bu on yılın başında başarısız oldu. İnsanlar onları çok fazla okumak istemedi. Ben de “tekrar deneyecekler” dedim. Elektronik mürekkeple ilgili inanılmaz sayıda haber makalesi gördük (veya elektronik kağıt mı, hangisi olduğunu asla hatırlayamıyorum) ve muhtemelen bu kadar çok olmasının nedeninin yayıncıların bunu düşünmemizi istemesi olduğunu düşündüm. Yeni nesil e-kitap okuyucuları için istekli olmamızı istiyorlar.

Şimdi üzerimizdeler. Sony Shreader [Öğütücü] (resmi adı Sony Reader'dır, ancak 'sh' yazarsanız, kitaplarınıza ne yapmak için tasarlandığını açıklar) ve Amazon Swindle, siz farkında olmadan sizi geleneksel özgürlüklerinizin dışına çıkarmak için tasarlandı. Tabii ki, kitaplarınıza yapacağı şey olan Kindle diyorlar.

Kindle son derece kötücül bir üründür, neredeyse Microsoft Windows kadar kötücül. İkisinin de casus özelliği var, ikisinin de Dijital Kısıtlama Yönetimi var ve ikisinin de arka kapısı var.

Kindle söz konusu olduğunda, bir kitabı satın almanın tek yolu onu Amazon'dan satın almaktır[2] ve Amazon, tüm satın aldıklarınızı bilmek için kendinizi tanıtmanızı ister.

Bir de Dijital Kısıtlama Yönetimi var, yani kitabı ödünç veremez veya bir sahafa satamazsınız ve kütüphane de ödünç veremez.

Ve bir de arka kapı var ki bunu yaklaşık üç ay önce öğrendik, çünkü Amazon kullandı. Amazon, belirli bir kitabı, yani George Orwell tarafından yazılan 1984'ü silmek için tüm Kindle'lara bir komut gönderdi. Evet, silmek için bundan daha ironik bir kitap seçemezlerdi. Böylece Amazon'un kitapları uzaktan silebilecek bir arka kapısı olduğunu biliyoruz.

Başka ne yapabilir, kim bilir? Belki de Microsoft Windows gibidir. Belki Amazon yazılımı uzaktan yükseltebilir, bu da şu anda içinde olmayan kötü amaçlı şeyleri yarın içine koyabilecekleri anlamına gelir.

Bu kabul edilemez—bu kısıtlamalardan herhangi biri kabul edilemez. Artık kimsenin kimseye kitap ödünç vermediği bir dünya yaratmak istiyorlar.

Bir arkadaşınızı ziyaret ettiğinizi ve rafta hiç kitap olmadığını hayal edin. Arkadaşınız okumuyor değil ama kitaplarının hepsi bir cihazın içinde ve elbette o kitapları size ödünç veremez. Size bu kitaplardan herhangi birini ödünç vermesinin tek yolu, size tüm kitaplığını ödünç vermesidir ki bu, herhangi birinden bunu yapmasını istemek kesinlikle saçma bir şey. Yani kitapları seven insanlar için arkadaşlık var.

İnsanlara bu cihazın ne anlama geldiğini bildirdiğinizden emin olun. Bu, diğer okuyucuların artık arkadaşınız olmayacağı anlamına gelir çünkü onlara karşı pislik gibi davranacaksınız. Öncelikle vaati yayın. Bu cihaz senin düşmanın. Okuyan herkesin düşmanıdır. Bunu fark etmeyen insanlar, göremeyecek kadar kısa vadeli düşünen insanlardır. Bu cihazın sonuçlarını anlık rahatlığın ötesinde görmelerine yardımcı olmak bizim işimiz.

Özgürlüğümüzü elimizden almak için tasarlanmamışlarsa, kitapları dijital biçimde dağıtmaya karşı hiçbir şeyim yok. Açıkçası, bir e-kitap okuyucuya sahip olmak mümkündür:

  • size saldırmak için tasarlanmayan,
  • özel mülk yazılım değil özgür yazılım çalıştıran,
  • DRM'ye sahip olmayan,
  • insanların bir kitap almak için kendisini tanıtmasına neden olmayan,
  • arka kapısı olmayan [ve]
  • makinenizdeki dosyalarla yapabileceklerinizi kısıtlamayan.

Bu mümkün, ancak e-kitapları gerçekten zorlayan büyük şirketler bunu özgürlüğümüze saldırmak için yapıyorlar ve buna izin vermemeliyiz. Hükumetlerin büyük şirketlerle iş birliği yaparak özgürlüğümüze saldırmak için telif haklarını her zamankinden daha sert, daha iğrenç, daha kısıtlayıcı hale getirerek yaptığı şey bu.

Ama ne yapmalılar? Hükümetler telif hakkı gücünü azaltmalıdır. İşte benim özel önerilerim.

Her şeyden önce zaman boyutu var. Telif hakkının bir eserin yayın tarihinden itibaren on yıl sürmesini öneriyorum.

Neden yayın tarihinden itibaren? Çünkü ondan önce elimizde kopya yok. Sahip olmadığımız nüshalarımızı kopyalamamıza izin verilip verilmeyeceği bizim için önemli değil, bu yüzden yazarların yayını ayarlamak için gerektiği kadar zamana sahip olmasına izin verebilir ve ardından saati başlatabiliriz.

Ama neden on yıl? Bu ülkede bilmiyorum ama ABD'de yayın döngüsü gitgide kısaldı. Günümüzde neredeyse tüm kitaplar iki yıl içinde rafa kaldırılıyor ve üç yıl içinde de baskısı tükeniyor. Yani on yıl, normal yayın döngüsünün üç katından fazladır— bu yeterince rahat bir oran.

Ama herkes aynı fikirde değil. Bunu bir keresinde kurgu yazarlarının katıldığı bir panel tartışmasında önermiştim ve yanımdaki ödüllü fantezi yazarı “On yıl mı? Mümkün değil. Beş yıldan fazla bir şey kabul edilemez.” Görüyorsunuz, yayıncısıyla yasal bir anlaşmazlığı vardı. Kitaplarının baskısı tükenmiş gibiydi, ancak yayıncı bunu kabul etmedi. Yayıncı, kopyalarını kendisinin dağıtmasını engellemek için kendi kitabının telif hakkını kullanıyordu ve bunu insanların okuyabilmesi için yapmak istiyordu.

Bu, her sanatçının istediğidir, işinin okunması ve takdir edilmesi için dağıtılması. Çok az kişi çok para kazanır. Bu küçük kesim, J.K. Rowling gibi ahlaki açıdan yozlaşma tehlikesiyle karşı karşıya.

J.K. Rowling, Kanada'da kitabını bir kitapçıdan satın alan insanlara okumamalarını emrederek tedbir kararı aldı. Bu yüzden yanıt olarak Harry Potter kitaplarının boykot edilmesi çağrısında bulunuyorum. Ama onları okumamalısın demiyorum; Bunu yazara ve yayıncıya bırakıyorum. Ben sadece onları satın almaman gerektiğini söylüyorum.

Bu şekilde yozlaştırılabilecek kadar para kazanan çok az yazar var. Çoğu bunun kıyısına bile yaklaşamıyor ve en başta istedikleri şeyi istemeye devam ediyorlar: yaptıkları işin takdir edilmesini istiyorlar.

Kendi kitabını dağıtmak istiyordu ve telif hakkı onu durduruyordu. Beş yıldan fazla telif hakkının ona bir yarar sağlama ihtimalinin düşük olduğunu fark etti.

İnsanlar son beş yılda telif hakkına sahip olmayı tercih ederse, buna karşı olmayacağım. Soruna ilk müdahale olarak on öneriyorum. Bunu on yıla indirelim ve bir süre sonra durumu değerlendirelim, ondan sonra ayarlayabiliriz. On yılın tam doğru sayı olduğunu düşündüğümü söylemiyorum— Bilmiyorum.

Peki kapsam boyutu? Telif hakkı hangi faaliyetleri kapsamalıdır? Üç geniş çalışma kategorisi tanımlıyorum.

Her şeyden önce, hayatınızda pratik bir iş yapmak için kullandığınız fonksiyonel çalışmalar var. Buna yazılımlar, tarifler, eğitim çalışmaları, referans çalışmaları, metin yazı tipleri ve aklınıza gelebilecek diğer şeyler dahildir. Bu çalışmalar özgür olmalıdır.

Hayatınızda bir işi yapmak için işi kullanırsanız, o zaman işi kendinize göre değiştiremezseniz, hayatınızı kontrol edemezsiniz. Çalışmayı size uyacak şekilde değiştirdikten sonra, onu yayınlamakta özgür olmalısınız—kendi sürümünüzü yayınlayın—çünkü yaptığınız değişiklikleri isteyecek başkaları olacaktır.

Bu, kullanıcıların yalnızca yazılım için değil [tüm işlevsel işler için] aynı dört özgürlüğe sahip olması gerektiği sonucuna hızla götürür. Ve yemek tariflerini düşündüğünüzde, pratik açıdan bakarsak, aşçıların sanki tarifler özgürmüş gibi her zaman onları paylaştığını ve değiştirdiğini fark edeceksiniz. Hükümet sözde “recipe piracy.” ortadan kaldırmaya çalışırsa insanların nasıl tepki vereceğini bir düşünün.

“Korsan” terimi saf propagandadır. İnsanlar bana müzik korsanlığı hakkında ne düşündüğümü sorduklarında, “Bildiğim kadarıyla korsanlar saldırdığında bunu kötü enstrüman çalarak değil, silahlarla yapıyorlar” diyorum. Yani bu müzik “korsanlığı” değil, çünkü korsanlık gemilere saldırıyor ve paylaşmak gemilere saldırmanın ahlaki eşdeğeri olmaktan çok çok uzak”. Gemilere saldırmak kötü, diğer insanlarla paylaşmak iyidir, bu yüzden propaganda terimi olan “korsanlık”ı, her duyduğumuzda şiddetle kınamalıyız.

Yirmi yıl önce insanlar şöyle itiraz edebilirdi: “Özgürlüğümüzden vazgeçmezsek, bu eserlerin yayıncılarının bizi kontrol etmesine izin vermezsek, eserler yapılmaz ve bu korkunç bir felaket olur.” ; Şimdi, özgür yazılım topluluğuna ve dolaşan tüm tariflere ve Vikipedi gibi referans çalışmalarına baktığımızda, özgür ders kitaplarının yayınlandığını bile görmeye başlıyoruz, bu korkunun yanlış olduğunu biliyoruz.

Yoksa işlerin yürümeyeceğini düşünerek umutsuzluğa kapılıp özgürlüğümüzden vazgeçmeye gerek yok. Özgürlüğümüzle tutarlı ve buna saygı duyan daha çok yol istiyorsak, onları kazanmaya teşvik etmenin pek çok yolu vardır. Bu kategoride, hepsi özgür olmalıdır.

Peki ya anılar, görüş denemeleri, bilimsel makaleler ve diğer çeşitli şeyler gibi belirli kişilerin ne düşündüğünü söyleyen ikinci kategoriye ne demeli?[3] [o] kişiyi yanlış tanıttığını düşündüğü bir başkasının ifadesinin değiştirilmiş sürümünü yayınlamak. Bu özellikle topluma bir katkı değildir.

Bu nedenle, tüm ticari kullanımın telif hakkı kapsamında olduğu, tüm değişikliklerin telif hakkı kapsamında olduğu, ancak herkesin tam kopyaları ticari olmayan bir şekilde yeniden dağıtmakta özgür olduğu bir şekilde azaltılmış bir telif hakkı sistemine sahip olmak uygulanabilir ve kabul edilebilir.

[2015 notu: CC Attribution lisansı (CC-BY) altında bilimsel makalelerin yayınlanması, erişilebilir dergilerde ve arXiv.org'da yaygın olarak yapılmaktadır ve değiştirilmiş sürümlerin yayınlanmasına izin verilmesi herhangi bir soruna yol açmıyor gibi görünüyor. Bu lisans, şimdi bilimsel yayınlar için önerdiğim şeydir.]

Bu özgürlük, yayınlanan tüm eserler için oluşturmamız gereken asgari özgürlüktür, çünkü bu özgürlüğün reddedilmesi, Paylaşıma Karşı Savaş'ı— yaratan şeydir paylaşmanın hırsızlık olduğu, paylaşmanın bir korsan olup gemilere saldırmak gibi olduğu şeklindeki kısır propagandayı yaratan şeydir. Saçmalıklar, ancak hükümetlerimizi yozlaştıran oldukça fazla miktarda parayla desteklenen saçmalıklar. Paylaşma Savaşını bitirmemiz gerekiyor; yayınlanan herhangi bir çalışmanın tam kopyalarını paylaşmayı yasallaştırmamız gerekiyor.

İkinci kategorideki eserlerde ihtiyacımız olan tek şey bu; onları özgür kılmamıza gerek yok. Bu nedenle, ticari kullanımı ve tüm değişiklikleri kapsayan azaltılmış bir telif hakkı sistemine sahip olmanın sorun olmadığını düşünüyorum. Bu da yazarlara mevcut sistemle aşağı yukarı aynı (genellikle yetersiz) bir gelir akışı sağlayacaktır. Şu anki sistemin, süperstarlar dışında, genellikle tamamen yetersiz olduğunu aklınızda bulundurmalısınız.

Peki ya sanat ve eğlence eserleri? Burada değişiklikler hakkında ne düşüneceğime karar vermem biraz zaman aldı.

Bir yandan, bir sanat eseri sanatsal bir bütünlüğe sahip olabilir ve onu değiştirmek onu yok edebilir. Elbette, telif hakkı, eserlerin bu şekilde katledilmesini mutlaka engellemez. Hollywood bunu hep yapıyor. Öte yandan, eseri değiştirmek sanata bir katkı olabilir. Güzel ve zengin şeylere götüren halk sürecini mümkün kılar.

Yalnızca isimlendirilmiş yazarlara baksak bile: Sadece birkaç on yıllık diğer eserlerden öyküler ödünç alan ve bunları farklı şekillerde yapan ve önemli edebiyat eserleri yapan Shakespeare'i düşünün. Bugünün telif hakkı yasası olsaydı o zamanlar yasak olurdu ve o oyunlar yazılmazdı.

Ama sonunda bir sanat eserini değiştirmenin sanata bir katkı olabileceğini fark ettim, ancak çoğu durumda çok da acil değil. Telif hakkının süresinin dolması için on yıl beklemeniz gerekseydi, o kadar bekleyebilirdiniz. Belki 75 yıl, belki 95 yıl bekleten günümüz telif hakları gibi değil. Meksika'da bazı durumlarda yaklaşık 200 yıl beklemeniz gerekebilir çünkü Meksika'da telif hakkı yazar öldükten yüz yıl sonra sona erer. Bu çılgınca, ama önerdiğim gibi telif hakkı on yıl sürmeli, insanlar bekleyebilir.

Bu nedenle, ticari kullanım ve değiştirmeyi kapsayan aynı kısmen azaltılmış telif hakkını öneriyorum, ancak herkesin tam kopyaları ticari olmayan bir şekilde yeniden dağıtma konusunda özgür olması gerekiyor. On yıl sonra kamu malı olur ve insanlar değiştirilmiş sürümlerini yayınlayarak sanata katkıda bulunabilirler.

Bir şey daha: Bir dizi eserden küçük parçalar alıp bunları tamamen farklı bir şeye dönüştürecekseniz, bu yasal olmalıdır, çünkü telif hakkının amacı sanatı desteklemektir, sanatı engellemek değil. Bu tür alıntıları kullanmak için telif hakkı uygulamak aptalca—ve kendi kendini baltalıyor. Bu, ancak hükümetin mevcut başarılı eserlerin yayıncılarının kontrolü altında olduğu ve amaçlanan amacını tamamen gözden kaçırdığı zaman elde edeceğiniz bir tür çarpıtmadır.

Benim önerdiğim şey bu ve özellikle bu, kopyaların internette paylaşılmasının yasal olması gerektiği anlamına geliyor. Paylaşmak iyidir. Paylaşmak toplumun bağlarını oluşturur. Paylaşıma saldırmak topluma saldırmaktır.

Dolayısıyla hükümet, paylaşan insanlara saldırmak, paylaşmalarını engellemek için yeni araçlar önerdiğinde, bunun kötü olduğunu kabul etmeliyiz, bunun nedeni önerilen araçların neredeyse her zaman adaletin temel fikirlerini ihlal etmesi değil (ama bu bir tesadüf değil) . Nedeni, amacın kötü olmasıdır. Paylaşmak iyidir ve hükümet paylaşmayı teşvik etmelidir.

Ancak telif hakkının her şeyden önce yararlı bir amacı vardı. Bu amacı gerçekleştirmenin bir yolu olarak telif hakkının artık bir sorunu var çünkü kullandığımız teknolojiye uymuyor. Tüm okuyucular, dinleyiciler, izleyiciler ve her neyse, tüm hayati özgürlüklere müdahale eder, ancak sanatı geliştirme hedefi hala arzu edilir. Dolayısıyla, bir telif hakkı sistemi olmaya devam edecek olan kısmen azaltılmış telif hakkı sistemine ek olarak, iki yöntem daha öneriyorum.

Vergi [ile çalışan] biri—vergi parasını doğrudan sanatçılara dağıtır. Bu, belki İnternet bağlantısına özel bir vergi olabilir veya genel gelirden gelebilir, çünkü verimli bir şekilde dağıtılmazsa toplamda o kadar para olmayacaktır. Sanatı tanıtmak için verimli bir şekilde dağıtmak, popülerlikle doğrusal orantılı olmamak anlamına gelir. Popülerliğe dayalı olmalı, çünkü bürokratların hangi sanatçıları destekleyip hangilerini görmezden geleceğine karar verme takdirine sahip olmasını istemiyoruz, ancak popülerliğe dayalı olmak doğrusal bir orantı anlamına gelmiyor.

Benim önerdiğim şey, kimsenin katılmasının gerekmediği oylama (örnekler) yoluyla yapabileceğiniz çeşitli sanatçıların popülaritesini ölçmek ve ardından küp kökü almak. Küp kökü şuna benzer: Temelde [ödeme] bir süre sonra azalır anlamına gelir.

Süperstar A, başarılı sanatçı B'den bin kat daha popülerse, bu sistemle A, B'den bin kat değil, on kat daha fazla para kazanır.

Doğrusal olarak A'ya B'den bin kat daha fazla verirdi, yani B'nin yaşamaya yetecek kadar almasını istiyorsak A'yı çok zengin etmemiz gerekecek. Bu, vergi parasının savurgan bir şekilde kullanılmasıdır—yapılmamalıdır.

Ama bunu azaltırsak, o zaman evet, her süperstar sıradan başarılı bir sanatçıdan çok daha fazlasını alacak, ancak tüm süperstarların toplamı [toplam] paranın küçük bir kısmı olacak. Paranın çoğu, çok sayıda oldukça başarılı sanatçıyı, oldukça takdir edilen sanatçıları ve oldukça popüler sanatçıları desteklemeye gidecek. Böylece sistem parayı mevcut sistemden çok daha verimli kullanacak.

Mevcut sistem gericidir. Aslında kayıt başına, örneğin bir süperstara herkesten çok çok daha fazlasını veriyor. Para son derece kötü bir şekilde kullanılıyor. Sonuç şu ki, aslında bu şekilde çok daha az ödüyor olacağız. Umarım bu vergilere karşı ani bir düşmanca tepki gösterenleri yatıştırır—ben onların fikrini paylaşmıyorum, çünkü refah devletine inanıyorum.

Başka bir önerim var, gönüllü ödemeler. Her oyuncunun, şu anda çaldığınız veya son çaldığınız eseri yapan sanatçıya bir dolar göndermek için basabileceğiniz bir düğmesi olduğunu varsayalım. Bu para o sanatçılara isimsiz olarak teslim edilecekti. Bence pek çok insan bu düğmeye oldukça sık basar.

Örneğin, hepimiz günde bir kez o düğmeye basmayı göze alabilir ve bu kadar parayı kaçırmazdık. Bizim için o kadar para değil, eminim. Tabii ki, hiç zorlamayı göze alamayan fakir insanlar var ve eğer yapmazlarsa sorun değil. Sanatçıları desteklemek için fakir insanlardan para sızdırmamıza gerek yok. İşi iyi yapmak için fakir olmayan yeterince insan var. Eminim birçok insanın belirli sanatı gerçekten sevdiğinin ve sanatçıları desteklemekten gerçekten mutlu olduğunun farkındasınızdır.

Aklıma bir fikir geldi. Oyuncu ayrıca size falancayı desteklediğine dair bir sertifika verebilir ve hatta bunu kaç kez yaptığınızı sayabilir ve size “Bu sanatçılara çok şey gönderdim” yazan bir sertifika verebilir. Bunu yapmak isteyen insanları teşvik edebileceğimiz çeşitli yollar var.

Örneğin, dostça ve nazik bir halkla ilişkiler kampanyamız olabilir: “Bugün bazı sanatçılara bir dolar gönderdin mi? Neden? Sadece bir dolar—onu asla kaçırmayacaksın ve yaptıklarını sevmiyor musun? Düğmeye basın!” İnsanların kendilerini iyi hissetmelerini sağlayacak ve “Evet, az önce izlediğim şeye bayıldım diye düşünecekler. Bir dolar göndereceğim.”

Bu zaten bir dereceye kadar çalışmaya başlıyor. Eskiden Jane Siberry olarak adlandırılan Kanadalı bir şarkıcı var. Müziğini web sitesine koydu ve insanları indirmeye ve istedikleri miktarı ödemeye davet etti. Kopya başına ortalama bir dolardan fazla aldığını bildirdi, bu ilginç çünkü büyük plak şirketleri kopya başına bir doların biraz altında ücret alıyor. İnsanların ödeyip ödemeyeceğine ve ne kadar ödeyeceğine karar vermesine izin vererek daha fazlasını elde etti; aslında bir şey indiren ziyaretçi başına daha da fazlasını elde etti. Ancak bu, daha fazla insanı getirme ve [böylece] bu ortalamanın karşı olduğu toplam sayıyı artırma etkisi olup olmadığını saymayabilir.

Yani işe yarayabilir, ancak mevcut koşullar altında boyun ağrısı. Bunu yapmak için bir kredi kartınızın olması gerekir ve bu, anonim olarak yapamayacağınız anlamına gelir. Gidip nereye ödeyeceğinizi bulmanız gerekiyor ve küçük meblağlar için ödeme sistemleri çok verimli değiller, yani sanatçılar bunun sadece yarısını alıyor. Bunun için iyi bir sistem kurarsak çok çok daha iyi işler.

Yani bunlar benim iki önerim.

Ve mecenatglobal.org'da, ikisinin yönlerini birleştiren, Francis Muguet tarafından icat edilen ve yasalaşmayı kolaylaştırmak için mevcut yasal sistemlere daha iyi uyacak şekilde tasarlanmış başka bir plan bulabilirsiniz.

“Hak sahiplerine bedelini ödemeye” yönelik önerilere karşı dikkatli olun, çünkü “bedelini ödemek” dediklerinde, bir eseri takdir ettiyseniz, artık birisine belirli bir borcunuz olduğunu ve onun “bedelini ödemek” zorunda olduğunuzu varsaymaya çalışıyorlar. O birisi “hak sahipleri” dediğinde; sanatçıları desteklediğinizi düşünürken, aslında yayıncılara gidiyor, temelde (hepinizin duyduğu, nüfuz sahibi olacak kadar popüler olan birkaç sanatçı hariç) tüm sanatçıları sömüren aynı yayıncılar.

Borcumuz yok; “bedelini ödememiz” gereken kimse yok. [Ama] sanatı desteklemek hala yapılacak yararlı bir şey. Telif hakkının günün teknolojisine uygun olduğu zamanlarda telif hakkının motivasyonu buydu. Bugün telif hakkı bunu yapmanın kötü bir yolu, ancak bunu özgürlüğümüze de saygı duyarak başka şekillerde yapmak yine de iyi.

Yeni Zelanda Telif Hakkı Yasası'nın iki şeytani kısmını değiştirmelerini talep edin. Üç yanlış yapma cezasını değiştirmemeliler[4], çünkü paylaşım iyidir ve yazılımın DRM'yi kırması için sansürden kurtulmak gerekiyor. ACTA'ya dikkat edin— tüm bu ülkelerin kendi vatandaşlarına saldırması için çeşitli ülkeler arasında bir anlaşma müzakere etmeye çalışıyorlar ve nasıl yapılacağını bilmiyoruz çünkü bize söylemiyorlar.

Dipnotlar

  1. 2010 yılında, dijital video çıkışı için şifreleme sistemi kesin olarak kırıldı.
  2. O zamanlar bu doğruydu. 2018 yılı itibariyle başka kaynaklardan kitap yüklemek mümkündür ancak cihaz okunmakta olan kitabın adını Amazon sunucularına bildirir; bu nedenle Amazon, kitabı nereden aldığınıza bakılmaksızın cihazda okuduğunuz her kitabı bilir.
  3. 2015: Başkasının makalesinin değiştirilmiş sürümlerini yayınlamanın zarar vereceğini düşündüğüm için bilimsel makaleleri dahil ettim; ancak fizik ve matematik makalelerini Creative Commons Atıf Lisansı altında arXiv.org'da ve birçok özgür dergide yayınlamak sorun yaratmıyor gibi görünüyor. Bu nedenle, daha sonra bilimsel makalelerin özgür olması gerektiği sonucuna vardım.
  4. Yeni Zelanda, kopyalamakla suçlanan İnternet kullanıcıları için yargısız bir cezalandırma sistemi çıkarmıştı; ardından, halk protestolarıyla karşılaşan hükümet bunu uygulamadı ve değiştirilmiş bir haksız ceza sistemi uygulama planını duyurdu. Buradaki nokta, bir ikame uygulamaya devam etmemeleri— bunun yerine böyle bir sistemleri olmamasıydı. Ancak kullandığım kelimeler bunu açıkça söylemiyor.
    Yeni Zelanda hükümeti daha sonra ceza planını aşağı yukarı başlangıçta planlandığı gibi uyguladı.